Huriye Saraç
Köy Enstitülü Sınıf Öğretmeni
Sınıf Öğretmeni, Köy Enstitülü Öğretmen, Yazar
Emekli
Manisa
–
–
–
–
Köy Enstitülü Öğretmen Huriye Saraç anlatıyor: “Atatürk dedi ki; Vatanı kurtardık, savaş bitti, şimdi eğitim savaşı zamanı geldi!”
Köy Enstitülü Öğretmen Huriye Saraç ile İzmir’deki TÜYAP Kitap Fuarı’nda tanıştım. Saniyeler içinde insanlarla kaynaşan, onları hemen etkisi altına alabilen, anılarıyla gözleri yaşartan Huriye Öğretmen ile sohbete başlarken bunun bir röportaja dönüşebileceğini düşünmemiştim. Kendisini arkadaşım Zeliş ile birlikte gözlerimiz yaşararak dinledik. Anlattıkları gerçekten çok etkileyiciydi. Sonradan kendisine merak ettiğim birkaç noktayı daha sorarak röportaj metnini tamamladım. Ancak anıları ve anlatacakları derya deniz olan Huriye Öğretmen’i gerçekten tanımak istiyorsanız mutlaka kitaplarını okumalısınız. O, ilk Köy Enstitülü öğretmenlerden. O bir cumhuriyet kızı. Hatta adı da “cumhuriyet” kelimesinden geliyor. Babası adını nüfus memuruna “Cumhuriyet” olarak yazdırmak istediğinde, memur bunun telaffuzunun zor olacağını söylemiş. Huriye öğretmenin anlatımıyla; kelimenin başındaki “cum” ile sonundaki “t” kaldırılmış ve adı “Huriye” olmuş. Gelin tam bir Cumhuriyet ve eğitim aşığı olan öğretmen ve yazar Huriye Saraç’ı daha yakından tanıyalım.
Merhaba Huriye öğretmenim. Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Ben Afyon’un Emirdağ’ının bir köy çocuğuyum. 1930 doğumluyum. 11 yaşında okula alındım. 3 yıl okuyabildim köyümüzde. Ondan sonra geldiler bize sınav yaptılar; okuttular, anlattırdılar. Köyden seçilen üç öğrenciden biriydim. Böylece beni Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’ne aldılar. 11 yaşında Çifteler Köy Enstitüsü’ne gittim ben. 4 ve 5. sınıfı orada okudum. Bir yılda altı ay 4, altı ay 5. sınıfı okuduk. Hızlı öğretim uygulanıyordu. Bizler derslerimizi öğrenecektik ve devamında hızla okuma-yazma bilmeyen köylere gidip okuma-yazma öğretecektik. Onları bilgisizlikten kurtaracaktık. Hedefimiz buydu. Hiç kimse okuma yazma bilmeden kalmayacaktı. Her yönden dolu dolu yetiştirildik. Yapamayacağımız hiçbir şey yoktu. Nasıl analarımız bizi büyüttüyse, kitaplar da bizi hayata büyüttü. Bence kitabın değeri analardan daha üstün. Çünkü analarımız bizi dünyaya getiriyor, etin kemiğin oluyor. Ama eğitilmezsek, öğretilmezsek, gökte, boşlukta sallanan birisi gibi oluruz. Öğrenmenin en iyi yolu kitap okumak. Bir insan için birinci anası, annesidir. İkinci anası kitaptır. Kitap bir yerde anadan daha üstün oluyor çünkü “hayat anası”dır kitap.
Gerçekten farklı bir duruşunuz var. Hemen insanlarla kaynaşıp onlarla sohbet ediyor, onlara bir şeyler öğretiyorsunuz hala. Ne kadar güzel.
Beni hiç tanımayanlar bile bazen bana siz bir şeysiniz, bir yerde görevlisiniz diyorlar. Hemen insanlarla kaynaşırım, yakınlaşırım, yardım ederim. Çocukları severim. Hem mesleğimden dolayı, hem de yetim büyüdüğümden dolayı çocukları çok severim. Her zaman çantamda bir kitap vardır. Nereye gitsem bir gazete alırım, elimde bir gazete vardır. Öğretmen olduğumu bilmeden, sırf elimdeki kitabı, gazeteyi görenler bile siz hoca mısınız diyorlar.
Köy Enstitüleri ile ilgili çok anınız var; bunları kitaplarınızda yazdınız. Umarız bu bilgiler daha da çok kişiye ulaşır. Bize Köy Enstitüleri ile ilgili kısaca neler söylemek istersiniz?
Köy Enstitüleri Türkiye’nin kalkınması için Atatürk’le Hasan Ali Yücel’in, İsmail Hakkı Tonguç’ın fikridir. Atatürk der ki; “Vatanı kurtardık, savaş bitti, şimdi eğitim savaşı zamanı geldi”. İsmail Hakkı Tonguç göçmen olarak gelmiştir, dedesi paşadır. İstanbul’da onun yanında okumak ister. O da der ki; “ben seni okutamam, başka okullara git”. “Ama bana bir yer tarif et” der. Kastamonu’da bir öğretmen okulu vardır, oraya gidebileceğini söyler. İsmail Hakkı çıkar, İstanbul’dan yürüye yürüye yolda rastladığı köylere gider, köy çocuklarının sefilliklerini, fakirliklerini, hastalıklarını görür. “Ben işimi buldum” der. “Ben köy çocuklarının okuyacakları okulları açmak istiyorum” der. (e.n.: Huriye öğretmen burada çok duygulanıyor). İsmail Hakkı’nın gittiği yerlerde ayakları yara olur. Ayakkabıları yırtılır, çaput sararak yoluna devam eder. Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü’ne gelir, işte orası Köy Enstitüsü olur. Ondan sonra okula köyden öğrenci toplamaya giderler.
Mesela biz Hazırlık sınıfındaydık 1944 yılında. Geldiler, -biz de küçük küçük saçları kesik kızlarız böyle- ben babama çok benzettim onları veya babamı çok özlemiştim… Gidiyordum, böyle elbiselerine ceketlerine ellerimizle dokunuyorduk. O da bizim saçlarımızı okşuyordu, çenemizden tutup “benim kızlarım büyüyecek, güzel kızlarım yarın öğretmen olacak, öğretmen olunca ilk maaşınla babasına söyleyecek anasına bir inek alacak, söyleyecek, kardeşleri süt içecek” diyordu. “Siz okulda sabah süt içiyorsunuz, bundan sonra sizin kardeşleriniz de süt içecek. Ondan sonraki zamanlarda yine babanıza vereceksiniz maaşınızı, babanız tarla alacak, tarlayı ekecek, buğdayınız sizin olacak, kendi tarlanızı kendi buğdayınızı ekeceksiniz, ekmeğiniz bol olacak. Benim kızlarım güzel güzel ve herkes size özenecek, hanım olacaksınız” diyorlardı. Onun için biz onları çok seviyorduk, onlar da bizi çok seviyorlardı. Orası bizim paha biçilemez yuvamızdı. Duygularım o kadar yoğun ki anlatılamayacak şekilde. Bize ana-babadan öte oldular. Hepimiz birbirimize destek oluyorduk. Büyük ablalarımız vardı. Okula girdikten sonra, büyük sınıflar küçük sınıflardan bir kardeş alıyordu. Kızsa kız, erkekse erkek. Bir ihtiyacımız oldu mu onlara gidiyorduk. “Sen şunu yaptın mı, abi ben bunu yapamadım, tamam yap”. Sanki yüzlerce çocuklu bir aile gibiydik, kısaca. Köy Enstitülerinde demokratik bir eğitim vardı ve pek çok iş imece usulü yapılırdı.
Biraz daha Köy Enstitüsü ortamından, o yıllardan bahseder misiniz?
Bizi ziyarete gelirdi Hasan Ali Yücel. Kendisini biliyorduk, görüyorduk çok. Şöyle diyordu: “İlk defa Köy Enstitüleri’nin okuma sistemleriyle başlayacak okullar, yani bizim okuma sistemimizle.” Neden? Sabahleyin kalkıyorsun, hemen daha kahvaltı yapmadan önce bir saat okuma var. İster ders çalış, ister roman oku, ne okursan oku. Ondan sonra kahvaltıya gidiyorsun, geliyorsun; dersine giriyorsun. Bazı günler sabah önce jimnastik hareketleri yapıyorsun, bazı günler de halk oyunları oynuyorsun, müzik yapıyorsun, yani mutlaka derse girmeden önce yarım saat eğitici hareketleri yapıyorsun. Biz böyleydik. Akşamları yatağa girmeden bir saat okuma saatimiz vardı; ister ders çalış, ister hep edebi romanlar… Hasan Ali Yücel döneminde yurt dışındaki edebi romanlar Türkçeye çevrildi. Jean Jacques Rousseau’ları, Gorki’leri daha on iki, on üç yaşında tanıdık biz. Hep birbirimize sorardık, sonra ders yaparken tiyatro gibi oynardık. Mesela bir bakanı oynayacaksın; önce sağlık bakanı kimden olur, doktordan olur, onun yardımcıları kim olur, sen yardımcı olursun, ben hemşiresi olurum, o doktor olur, onları biz oynarız, kıyafetleri uydurabildiğimiz kadar. Çünkü yaşayarak, yaparak öğrenirdik biz her şeyimizi. Bilmediğimiz hiçbir şey yok, öğrenmediğimiz hiçbir şey yok. Yani öğrenmenin tadını aldık ama maalesef bize kıydılar.
Bütün şartları vardı Türkiye’nin; bir kere topraksız çiftçi kalmayacaktı, çiftçinin toprağı olursa ne olur? İşini yapar. Okulsuz köy olmayacaktı, öğretmensiz okul olmayacaktı. Çünkü köyde öğretmen ile okul olduktan sonra cehaletin önüne geçilmiş olurdu. Köy Enstitüleri, Türkiye için Türkiye’nin yeraltı madenlerini yeryüzüne çıkarmak demektir. Bu da şu demek; köydeki zeki çocuklar, Köy Enstitüleri vasıtasıyla topluma kavuşturmak isteniyordu.
Müzisyenlerimiz vardı, ressamlarımız vardı, sanatçılarımız vardı, saç kesenlerimiz… Neler neler yoktu. Ne işler yapan vardı; çok güzel inşaat yapanlar vardı, çok güzel ahşap ev eşyaları yapanlar vardı. Biz kızlar nakışlar yapardık, dikişler yapardık. Neler öğrenmezsin ki yani. Bir de öğrendiklerimizi babalarımıza, kardeşlerimize götürürdük. En büyük kumaşımız da Amerikan beziydi, çünkü o zaman yoktu, fakirdi ülke. Ayağımıza giyeceğimiz siyah çorabımızı, okuldaki çorap örme makinesinde sınıf sırasıyla yapardık. Sebzemiz, meyvemiz, bağımız, bostanımız, tavuğumuz, yumurtamız, ineğimiz, sütümüz… Hepsini, hepimiz kendimiz yapardık. Okulumuzun temizliğini de hepimiz kendimiz yapardık. Sınıf sınıf yapardık.
Yabancı devletler gelirdi, öğretimimizi, eğitimimizi incelemek için. Finlandiya! Şimdi diyorlar ki Finlandiya eğitimde iyi. Ben onun içindenim. Sarı sarı Finliler gelecek diyorlardı. Geldiler, bizim eğitimimizi aldılar, gittiler Finlandiyalılar. Sonra Küba! Amerika’da Kübalılar geldiler, böyle çekik gözlüler, genç, on iki, on üç yaşında çocuk unutmuyorum aldılar, götürdüler. Bizim eğitimimizi bizden götürdüler. Çünkü bu eğitimi Hasan Ali Yücel ile İsmail Hakkı Tonguç yaptı.
Bak Atatürk der ki kısaca: “Ben savaşı bitirdim. Şimdi size eğitim yapmak düşer.” Nasıl yaparsınız eğitimi siz? Köylerde okuma yazma bilen hiç kimse yok. Ancak askere giderse askerde okuma yazma öğrenip geliyordu. Onu da kursa alıyorlardı; altı aylık kurs. 1, 2 ve 3. sınıfı öğretecek kadar bilgiye sahip oluyorlardı. Ben 1, 2 ve 3. sınıfı okuttum köyde. Ondan sonra geldiler bizi imtihan yaptılar. Sınavda okutturdular, anlattırdılar, dört işlemi, toplama, çıkarmayı yaptırdılar. Tamam, sen girebilirsin. Biz köylerden toplandık. Ben 11 yaşındaydım okula gittiğimde. Orda biz bir senede iki sınıf atladık. Gece okuduk, gündüz okuduk. Yarışa yarışa, seve seve, büyük adam olacağız diye diye, vatanımıza faydalı insanlar olacağız, bilmeyen köylülerimize bilgi dağıtacağımız sevinciyle okuduk. Yani öyle seviniyorduk. Ondan sonra beş sene de köy enstitülü öğretmen memuru olduk. Köylere gittiğimde 17 yaşındaydım ben. Bir köye verdiler, çok güvenliydi. Öyle şimdiki gibi korku, ürkü diye bir şey yoktu.
Yalnız hala Kurtuluş Savaşı’nın gazileri vardı, şöyle bir köşeye atmışlar bir çul gibi, başına yastık koymuşlar, birisi yatıyor. Varıyorsun yanına, üstünde çarşaf, nesi var diye soruyorsun, açıyorsun bacağının birisi kopmuş ama daha iyileşmemiş, yürüyemiyor, edemiyor. Bir başka yerde gidiyorsun, bakıyorsun birisi de hep yerde yatıyor öyle. Bakıyorsun mermi, kurşun gelmiş burnunu almış, burnunun içinin kemiği gözüküyor. Yani o gazilerle yaşadık biz. Bütün köylüler o gazilere bakıyordu. Yürüyemiyorlardı, yiyemiyorlardı. Bize biraz anlat savaşı dedik mi hoplayıp kalkıyorlardı aha şurada top patladı diyerek. Onların üzerinde hep etki kalmış. Görsen, nasıl anlatayım canım. Çok zordu.
“Öğretmen Benisa” adlı kitap serinizde anılarınızı yazdınız. Biraz kitaplarınızdan bahseder misiniz? Anılarınızı okumak isteyenler kitaplarınızı nasıl temin edebilirler?
Kitapları yazarken para kazanmayı düşünmedim. İnsanlara bilgi vereyim, insanlar öğrensin, ana-babalarının ve çocuklarının değerini bilsin istedim. Çok ızdıraplı hayat yaşadığım için insanların bunları öğrenmelerinin iyi olacağını düşündüm. Maddesel düşünmedim. Kitapları önceleri ben kitap satanlara vermiştim. Ancak benden kağıt parasına aldıkları halde sonradan bazılarının beş katı fiyata sattıklarını duydum. Dolayısıyla kitaplarımı artık onlara vermiyorum. Kitaplarım sadece bende var. Benden başka kimsede yok. Birinci kitabımın başına kartımı zımbalıyorum. İsteyen oradan arıyor buluyor. İsteyen bana adresini gönderiyor, ben de kitapları onlara PTT kargo ile gönderiyorum. İstanbul’da iki kere korsan oldu, İstanbul’dan uzaklaştım. Artık İzmir’deki bir basımevi ile çalışıyorum.
Genç öğretmenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Genç öğretmenler, evlenmeden önce, kendi durumlarını ayarlasınlar. Önce mesleklerini sağlamlaştırsınlar. Karşılarındakinin güzellik ve fizik yapısını düşünmesinler. Önce kafa yapılarını düşünsünler. Kültürünü düşünsünler. Her şeyden önce kültür gelir. Kültür oldu mu her şey düzgün gider. Gençler eş olduklarında birbirlerinin eksiklerini tamamlasınlar. Ama birbirlerinin hatalarını kaba bir şekilde söylemesinler. “Sen bunu yapamıyorsun” demek yerine “böyle yapsan ne kadar güzel olur” desinler. Daima yapıcı olsunlar. Sadeliği, dürüstlüğü tercih etsinler. Özellikle okul ortamında giyimlerinde kuşamlarında oturaklı olsunlar. Kendi kişiliklerini gösterecek kıyafetler giysinler. Bol bol okusunlar. Kitap okusunlar.
Bana göre, biz köy enstitülerinden yetişenlerin öğretmenliği çok özeldi… Öğrencilerimiz çocuklarımızdan önce gelmelidir diye düşündüm hep. Çünkü evimizde çocuğumuza “şunu yap” diye söyleyebiliriz ya da öğrenemediği şeyi tekrar tekrar anlatabiliriz. Ama öğrenciler bir kere ders alacak. O dersi o sınıfta bir kere alacak. Onların kafasına girecek şekilde, benzetmelerle tatlıca, sevgiyle, okşayarak öğretmeliler. Çocuklar daha çok sevgi istiyor. Çocuğu önce sevgiyi vereceksin, sonra o kitabı, dersi kendi de okur. “Bak çocuğum bu ne kadar güzel, gel bunu beraber okuyalım”. “Aa bu ne demiş, şu, bak gördün mü, yapar mısın, yaparım, haydi beraber yapalım”. Öğretmen öğrencisiyle öğrenci olmalıdır. İkisi eşit okumalıdır. “Ben okuyorum, haydi şimdi sen oku bakalım” diyerek teşvik edebilir mesela. Okuma yollarını açmalıdır. Öğrencinin yaptığı ufak bir şey de olsa, onu tatlı sözlerle mükâfatlandırmalıdır. Öğretmen öğrencisinin başarılarını, iyi yaptığı şeyleri fark ettiğini belli etmelidir. Çocuklar örselenmemeli. Tenkit edilmemeliler. Çocuğa “yapamazsın” dememek lazım. Azarlamamak lazım. Her zaman sevgiyle yaklaşmak gerekir. Bir de benim öğretmenliğim zamanımda karşımda fakir çocuklar vardı, babası olmayan çocuklar vardı. Daima çok sade ve mütevazı giyindim. Ben alırım ve onlar alamazsa üzülürler diye düşünürdüm. Öğretmenlerin bulundukları ortama uygun şekilde giyinmeleri önemlidir. Sınıfta kalemi olmayan çocuğa kalem alırdım. Öğretmenler çocuklara gerçek hayattan örnekler sunsunlar, onlara kitap okusunlar. En önemli şey; kitap. Başka bir şey değil.
Anne-babalara birkaç tane tavsiye vermeniz gerekirse ne söylerdiniz?
Çocuklarına çok sevgiyle yanaşsınlar. Bağırıp çağırmasınlar. Çocuk demek; hata demek, kabahat demektir. Olabilir. Çocuk demek; ham meyve demektir. Ham meyveyi ısırdın mı ekşi olur. Dişini, dilini ısıtır, tadını bulamazsın ama olgun olunca yersin. Çocuklar da onlara benzer. Ben çocuğumu hiçbir zaman azarlamadan, kötü laf söylemeden, bir tokat atmadan büyüttüm. Daima sevgiyle. Çocuklarını akşam yatağa sevgiyle yatırsınlar, masallar anlatsınlar, kitaplar okusunlar. Onlara kitap okumayı yatakta öğretsinler. Ne kadar kitap okumaya alışırlarsa o kadar rahat ederler. Televizyon başından biraz uzak tutsunlar. Yaparsın desinler, yapıcı konuşsunlar. Onları çeşitli işlere kademe kademe alıştırsınlar. Çocukları küstürmesinler. Çocukların istediği her şeyi hemen almasınlar. Ama çocuklar çok zekidirler, inandırsınlar. Yani neden almadıklarını söylesinler. Çocuklar fazla şatafata alıştırmasınlar, tutumluluk öğretsinler. Ev işi öğretsinler. Oğluma ben ütü de öğrettim, bulaşık da öğrettim. Bazı yemekleri de yapmayı öğrettim. Bunun için bana her zaman teşekkür etti. Oğlum şu anda Belçika’da başarılı bir şekilde iş yapıyor. Otuz beş tane işçisi var, üniversitelere seminerler vermeye gidiyor. Başarım senin sayende diyor bana.
Röportaj ve Fotoğraflar: Gamze Er
Destek Olanlar: Zeliş Kurt, Dilara Çoban, Kubilay Uğur Metin, Züleyha Güçtemur
Kitap Önerisi
